20 Mart 2009 Cuma

BİR TURNE, ÜÇ ŞEHİR

“Her Şehrin Başka Bir Cihan Türkiye’m”


1997 yılı Haziran başlarında, elime ulaşan zarftaki “Gizli” kaşesini görünce, içindekinin turne programı olduğunu anladım. Mesleğe başlayalı 15 yıl olmasına rağmen yenemediğim bir heyecanla açtım zarfı. Turne Programım, üç şehirdeki Telekom Başmüdürlüklerinin teftişini öngörüyordu. Üç şehir, üç kelime… Sivas, Niğde, Kırşehir. Bu turne programı, bana edebiyatımızın zaman geçtikçe kıymeti daha iyi anlaşılan, şair, yazar ve romancı ve edebiyat bilimcisi A. Hamdi Tanpınar’ın bir gezi, anı, şehir tanıtımı ve deneme karışımı olan, edebiyat klasiği “Beş Şehir” kitabını hatırlattı.


Beş Şehir’de, birisi Selçuklu’nun, ikisi Osmanlı’nın, birisi de Cumhuriyetimizin olmak üzere, dört başkent (Konya, Bursa, İstanbul ve Ankara) ve Doğu Anadolumuzun en büyük kenti Erzurum anlatılır. Birkaç defa okuduğum Beş Şehir’deki o şiirsi üslup, tanıyanların çok iyi bildiği Tanpınar üslubu her seferinde de beni sardı, başka alemlere götürdü. Beş Şehir’den, Ankara dışındakilere her gidişimde, kendi gözlemlerimle, Tanpınar’ın tespitlerini karşılaştırmak, zamanla bir alışkanlığa dönüştü bende. Tekrar tekrar okumama rağmen hiçbir okuyuşumda sıkılmadığım gibi, her defasında anlatımdaki şiirselliğe haran olmuşumdur. Tanpınar’ı okuyunca, O şehrin yalnızca bugününde yaşamazsınız, dününü de bugünmüş gibi yaşarsınız. O şehirlerin coğrafyasını, tarihini, etnoğrafik yapısını çok iyi öğrenir. Anadolu’yu Anadolu yapan değerleri kavrarsınız. Daha önce defalarca adımladığınız dar sokaklardaki Arnavut kaldırımları bile size başka türlü görünür, tarihi eserlere bir başka bakarsınız. Ahşap binaların çürümeye yüz tutmuş tahtalarının renginde, eskimişliğinde, hatta küfü andırır rutubetli kokusunda, bu binaları yıllarca önce yapan ustaların duygularını yakalamaya çalışırsınız. Gezdiğiniz şehre, tarihinize, coğrafyanıza, ülkenizin insanına daha bir sevgiyle yaklaşırsınız. Aldığınız nefesten, içtiğiniz sudan, dinlediğiniz musikiden tat almaya başlarsınız.


A. Hamdi Tanpınar, daha doğrusu Beş Şehir, bana gözlemin önemini öğretti. Sevgi ile, aşk ile duyarak gözlemlemek, tanımanın ve öğrenmenin ilk şartı. Selçuklu dönemi mimari eserlerinin en önemli özelliği olan kapılarındaki taş işçilikteki inceliği nakış nakış hissedince, o dönemde Anadolu’yu Türkleştiren Horasan Erenlerinin Anadolu insanının ruhunu, ilmik ilmik nasıl işlediğini daha iyi anlar, taşları işleyen ustanın sabrı ile dergahında çilesini dolduran Yunus’un sabrı, o binaların ahşap kapılarını şekillendiren nakkaşın güzellik ile halı dokuyan kınalı parmaklı Türkmen kızının zevki ve tüm bunlar arasındaki paralelliği daha iyi kavrarsınız. Tarihi daha iyi yorumlar, dünden bugüne, bugünden geleceğe güçlü köprüler kurarsınız.


Bu turne döneminde gittiğim üç şehre de bu gözle, Tanpınar’dan öğrendiğim bakış açısıyla bakmaya çalıştım. Bakalım beğenecek misiniz?


HÜZÜNLÜ ŞEHİR

Sivas ellerinde sazım çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Yardan ayrılmışam bağrım delinir
Katip arzuhalin yaz yare böyle



Sivas’ta ilk hissettiğiniz ağır bir hüzün duygusu, hatta kokusu. Bir ağıt hüznü. Pir Sultan Abdal’ın yukarıdaki dörtlüğünde de hissedilen hüzün, insanların yüzlerine, davranışlarına, hatta binaların taş duvarlarına sinmiş. Kolay değil 33 can yanmış. Herkes lanetle anıyor O günü. Olmaması, yaşanmamsı gereken günlerden bir gün. Suçlu kim? Ben, sen, o. Belki de hepimiz.


O hüzün beni de sardı, Sivas’ta kaldığım bir ay boyunca. O nedenle, istediğim iletişimi kuramadım insanlara, gönlümce konuşamadım. İyi ki tarih var, tarihi eserler var, onlarla dertleştim rahat rahat.


Sivas caddelerinde, günün ilk ışıklarıyla birlikte yürürseniz, kendinizi Selçuklu döneminde zannedebilirsiniz. Medreseleriyle, camileriyle, hamamlarıyla, Buruciye Medresesi, Çifte Minareli Medrese, Gök Medrese ve Şifahiye Medresesi. Medreseler, zamanının yüksek öğrenim kurumları. Dört medresenin tamamındaki ortak mimari özellik, Selçuklu mimari anlayışının bir sonucu olan, taç kapıların ihtişamı ve bu kapıların taş işçiliğindeki incelik ve sabır. İkinci ortak özellik, çini tezniyat. Şifaiye Medresesi’nde yer alan I. İzzettin Keykavus’un türbesindeki kitabeyi “Biz geniş saraylardan kabirlere çıkarıldık. Malım mülküm fayda vermedi” diye okudular, eski yazı bilenler. Gök Medrese’nin taç kapısının işçiliği, tek kelimeyle muhteşem. Hayran olmamak mümkün değil, taş ustasının sabrına. Sadece sanatkarane bir anlayış, sadece sabır ve dikkat yetmez, o eseri meydana getirmek için. Çok iyi bir geometri bilgisi olmayan, o şekilleri işleyemez. Gök Medrese’nin taç kapısının üst iki köşesindeki koç, arslan, yılan ve ejder başları yer almakta, Şifaiye Medresesi’nin kapısındaki ana eyvanın sağında ay sembolünün içinde örgülü saçları olan bir hanım başı ve çevresinde de kelime-i şehadet göze çarpmaktadır. Bu figürler, Selçuklu’nun güzel sanatlara, heykele, resme ve kadına verdiği önemi belirtmesi yanında, Selçuklunun İslam anlayışını vurgulaması açısından da önemlidir.


Selçuklu mimarisi, taşın ve ağacın dantel dantel işlendiği, çiniden mozaikten de yararlanılan bir mimari türü. O taş işçiliği, soyut resmin de ilk örnekleridir belki de. Taş işlemeleri arasına sıkıştırılmış hayvan resimleri, kız başları, tuğlar, gören gözlere Türkün estetik anlayışını sunmaktadır.

Ben, Sivas’ın pek çok yerini Sivas’a gelmeden, sivas2ı görmeden önce de biliyordum. Yavuz Bülent Bakiler’in şiirlerinden, öğrenmiştim. Hele Ulu Camii, avlusunda “Emmilerim sadaka, emmilerim sadaka” diyerek dilenen çocuklarıyla o kadar canlıydı ki gözümün önünde. Ulu Camii avlusunda dilenen çocukları görmedim. Ulu Camii’de dikkatimi çeken, minare ile camii arasındaki yaklaşık 3 metrelik boşluk oldu. Selçuklu dönemi camisi olan Ulu Camii dışında Osmanlı döneminden kalan ve anıt niteliğindeki üç camii dikkatimi çekti Sivas’ta, Meydan Camii, Kale Camii, Ali Ağa Camii.


Ve Anadolu’ya Türk –İslam mührü vuranların türbeleri; Abdülvahap Gazi Türbesi, Emir Ahmet Türbesi, Şeyh Hasan Bey Kümbeti, Şemsettin Sivasi Türbesi… Sivas’taki Selçuklu kümbetlerinin tamamı, Ahlat’tan İznik’e kadar Anadolu’nun diğer şehirlerindeki kümbetlerle ortak özellik göstermekte. Çokgen bir gövde, silindirik bir tambur ve konik bir külah.


Sivas’taki tarihi binalardan, hanlar ve hamamların tamamı Osmanlı eseri. Köprülerden en uzunu 327 metrelik Kesikköprü.


1071’den bu yana bir Türk-İslam kenti Sivas. Önce Büyük Selçuklular, Danişmentliler, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Eratna Beyliği ve Osmanlılar egemen olmuşlar Sivas’ta. Ve I. Dünya savaşından mağlubiyetle çıkış. Kara günler; İzmir2in işgali. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı, Erzurum Kongresi ve Sivas’ın Türk tarihindeki yerini perçinleyen gün: 4 Eylül 1919, Sivas Kongresi’nin açılışı.


Türk tarihinde, Sivas kongresi, Erzurum kongresine nazaran daha geniş katılımın sağlandığı, milletin kararlılığının, emperyalizme direncinin, istiklal arzusunun vurgulandığı önemli bir dönemeç.


Sivas’a gelinir de, bu tarihi ve mukaddes kongrenin yapıldığı mekan gezilmez mi? Sivas kongresinin (4 Eylül 1919) yapıldığı tarihi Sivas Lisesi, 1990 yılında “Atatürk Kongre ve Etnoğrafya Müzesi”ne dönüştürülmüş. Bazı odaları kapalı olan müzeyi birkaç kez gezdim. Başat Aziz Atatürk olmak üzere, o kongreyi gerçekleştiren zevatı, rahmet ve minnetle andım. Çok yeni bir müze olmasına rağmen, düzenli, eğitici, açılış amacına ve adına uygun bir müze.


Sivas’ta iki müze daha var. Birisi Sivas İl Müzesi, diğeri de İnönü Müzesi. Sivas İl Müzesi bakımda olduğu için gezemedim. II. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün ortaokulu okuduğu yıllarda ikamet ettiği ev müze haline getirilmiş. Ama müzede İnönü’ye ait tek eşya yok. Girişte ücret alınmıyor. Oldukça bakımsız. Adı müze olmasına karşın, etnoğrafik bir sergi demek daha doğru galiba.


Sivas’ta kaldığım bir ay boyunca Sivas’ta gezilebilecek her yeri gezdim diyebilirim. Civarda da Sıcak Çermik, Soğuk Çermik ve Balıklı Çermik diye anılan kaplıcalara gittim. Bunların içinde en ilgi çekici olanı Kangal’daki Balıklı Çermik. Cilt hastalıklarının, özellikle Sedef hastalığının tedavisinde çok olumlu sonuçlar alındığı bu kaplıcada, cilt hastaları kaplıca havuzlarına giriyorlar ve burada doğal ortamda yetişen ve hiçbirisinin boyu bir parmağı geçmeyen küçücük balıklar, ağızlarıyla yaralara darbe vurmak suretiyle, yaralı temizliyorlar. İlginçtir, yarası olmayanlara bu balıklar gelmiyorlar. Gerçekten görülmesi ve gerek ülke çapında, gerekse uluslararası çapta tanıtılması gereken bir olay. Tabii ki konaklama ve dinlenme mahallerinin de iyileştirilmesi şartıyla.


Sivas’ta hoşuma giden bir olay da şehrin çok temiz olması. Günün hangi saatinde çıkarsam çıkayım, sokaklarda hiçbir zaman çöp ve pislik görmedim.Her zaman tertemiz ve pırıl pırıl.


Sivas demek şiir demek biraz da. Halk şiirinin büyük ozanı Pir Sultan Abdal’ın ve halk şiirinin zirvesi Aşık Veysel, Sivas toprağındaki şiir bereketinin birer işareti. Yalnız halk şiiri mi, çağdaş şiirimiz de çok şey borçludur Sivas’ın şiir bereketli havasına. Sivas Yolları’nın şairi Cahit Külebi, her şiiri az ya da çok Sivas kokusu taşıyan Yavuz Bülent Bakiler, Sivas deyince şiiri, şiir deyince Sivas’ı akla getiren şairlerden bazıları.


Sivas’taki günlerimi, bir şiir tutkunu üstatla, saygıdeğer ağabeyim Erdinç Özkan’la geçirmek mutluluktu benim için. Şiiri bir Kerim Afşar, bir Nedret Selçuker kadar duyarak okuyabilen Erdinç Ağabey’den, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun o güzel şiiri “Karadutum”u dinlemenizi isterdim.(Sahi! Denetde bir şiir akşamı düzenleyemez mi?)


Sigarayı bırakmış olmama rağmen, aldıklarım hediye edilenler derken, Sivas’tan bir düzine “Sivas Hatırası” ağızlıkla ayrılıyorum. Hele birisi var ki, iki metreye yakın. İnşallah yeniden başlamam.


Sivas yazmakla bitmez. Ama hüzün. Ah o hüzün. Sivas’ın ve Sivas’lının en büyük ihtiyacı eski yaraların sarılması, var olduğunu müşahede ettiğimiz dostluk ve kardeşliğin daha da güçlendirilmesi. Kısacası hüznün neşeye dönüştürülmesi.


BİR ÜNİVERSİTE KENTİ

Ben o gece hem ağladım hem içtim,
İki gün diyardan diyara uçtum…
Kayseri yolundan NİĞDE’ye geçtim;
Uzaktan göründü bor yavaş yavaş…



Bekir Sıtkı Erdoğan’ın “Hancı” şiirindeki bu dörtlüğe benzer bir yolculukla, Sivas’tan memleketim Kayseri’ye geçip, orada bir hafta sonu geçirdikten sonra Niğde’ye geldim.


Niğde Üniversitesi’nin öğrenci sayısının onbeşbinin üzerinde olduğu söyleniyor. Neredeyse nüfusunun dörtte biri. Herhalde hiçbir kentimizde üniversite öğrencilerinin toplam nüfusa oranı bu kadar yüksek değildir. Çok kısa süre önce kurulan Niğde’de 4, Aksaray’da 2 fakültesi ile 3’ü Niğde merkezinde olmak üzere 7 meslek yüksekokulu var.


Üniversite Niğde’ye canlılık getirmiş. Cafeler, restaurantlar, pide salonları, hamburgerciler, bilardo salonları ve en güzeli kitabevi sayısında çok büyük artış gördüm, üç sene öncesine nazaran. Gece yarılarına kadar cıvıl cıvıl ve neşeli Niğde, Niğde’li.


Zannederim, artık eski neşesi kalmamıştır Niğde’nin, Niğde Üniversitesi’nin. Kolay değil, Konya yolundaki o meşum kazada 22 öğrencisini kaybetti bu yeni üniversite, 22 can, 22 fidan. Hem onlara, hem de o kazada canlarını yitiren vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı dilemekten başka elimizden gelen bir şey yok. Diyelim ki, onların ölümü, trafik kazalarını önlemek için tedbir alınması için bir ışık olsun.

Arif Nihat Asya, bir şiirinde;

“Ben ki;
İkonyum’u Konya,
Sangaryos’u Sakarya,
Yapan dille konuşurdum”


Diyor.


İkonyum’u Konya, Sangaryos’u Sakarya yaptığımız gibi, Hititler, Romalılar ve Bizanslılar döneminde Nahita olan bu şehrin ismini,Selçuklu döneminde Nakide, Osmanlılar döneminde Negide, en sonunda Niğde yaparak, Türkçeleştirmişiz. Bu girizgahtan da anlaşılacağı gibi Niğde çok eski bir şehir. Dolayısıyla Hititler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, İlhanlılar, Karamanoğulları ve Osmanlılar zamanından kalma yüzlerce tarihi eser var.


Bahçeli kasabası yakınlarındaki, Roma döneminden kalma, olimpik ölçülerdeki bir havuz olan “Roma Hamamı” hala bugün yapılmış gibi sapasağlam. Havuz, dibinden kaynayan sularla doluyor, suyun fazla kısmı salıveriliyor. Havuzun kenarındaki restaurantta dostlarla geçirdiğim güzel geceyi unutamıyorum.


Anadolu’da tek olan, dünyada da nadir olduğu belirtilen “Gülümseyen Meryem” freskinin bulunduğu Gümüşsuyu Manastırı, Hüdavend Hatun Türbesi, Sungurbey Camii, Ak Medrese, Saat Kulesi gibi yüzlerce tarihi eseri görebilirsiniz Niğde’de.


Ancak, Niğde ve tarih kelimeleri yan yana gelince benim aklıma Alaaddin Camii geliyor. İnanır mısınız, Niğde’de kaldığım bir ay içerisinde belki 10 kez gittim Alaaddin Camii’ne. İki defa da saat 10 sularında. Eğer sizin de yolunuz düşerse Niğde’ye mutlaka şehre hakim bir tepede kurulmuş olan Niğde kalesinin içindeki Alaaddin Camiini görün. Ve mümkünse sabah 9b ile 11 saatleri arasında yapmaya çalışın bu ziyaretinizi. Eğer bu saatlerde Alaaddin Camiinin tac kapısını tam karşınıza alarak bakarsanız, o Selçuklu taş işçiliğinin bir şaheseri olan kapıda; başında başlığı, iki yana örülmüş saçları, çok belirgin yüz hatları, burnu, gözü ve dudaklarıyla bir Türkmen kızı silueti göreceksiniz. Ve Türkün sanat anlayışına, hoşgörüsüne bir kez daha hayran olacaksınız. Dünyada daha soyut sanatın adı yokken, bir soyut resim-heykel denemesini hem de cami kapısında uygulayan Selçuklu Nakkaşın kimliğini merak edeceksiniz, bu eseri niye gerektiği gibi tanıtamamışız diye hayıflanacaksınız. Gençliğimde, odamdaki dolabın kapağını, başı börklü bir Türkmen kızının tasviri süslerdi. Resme aşık olunur mu? Zannederim ben aşıktım, o resimdeki kıza. Ya da o resmin hatırlattığı, roman kahramanı Almıla’ya. Alaaddin Camiine onun için mi bu kadar sık gittim. Görmek istediğim Almıla mıydı? İnanın ben de bilmiyorum.


Ve Niğde arkeolojik Müzesi. İlk bakışta diğer arkeoloji müzelerinden farklı olmayan bir müze. Her ne kadar adı arkeoloji müzesi olsa da biraz etnoğrafya müzesi. Çeşitli kazılarda bulunmuş, Hitit dönemine ait kap-kacak, Roma dönemine ait heykeller, yakın geçmişte kullanılan folklorik giyim eşyası, ev araç ve gereçleri, bir lahit ve içinde bir mumya. Sarı saçları ve sarı kaşları öz renginden hiçbir şey kaybetmemiş genç kızın mumyası karşısında, bir defa daha ölümü hatırlayarak titredim. Korkudan titremedim. Beni titreten, ömür boyu yaptığım hata ve yanlışlarla, yapmam gerektiği halde yapamadıklarımdı. Daha doğrusu bir müminin iç burkuntusu, özüyle hesaplaşması. Bu lahit ve bu mumya, diğer Anadolu kentlerindeki müzelere göre bir farklılıktı belki… ama Niğde müzesini benim için unutulmaz yapan, 1200’lü yılların başlarında bir mermer tablete Grek harfleriyle Türkçe yazılmış bir şiir oldu. Evet, yanlış okumadınız Grek harfleriyle ve Türkçe. Grek alfabesi Latin alfabesine çok yakın bir alfabe olduğu için defalarca okudum. Müze Müdürü bu mermer tablet üzerindeki şiir levhanın yıllar önce Karaman’da bulunduğunu, Karamanlı Hıristiyan Türklere -Rumlara değil- ait olduğunu ifade etti. Edebiyat ve Türk tarihi hobim denecek ölçüde ilgimi çeken konular olmasına rağmen, bunlar benim için oldukça yeni bilgilerdi. Anadolu’da yaşayan Hıristiyan Türk soylular. Grek alfabesiyle Türkçe ve aruz vezniyle yazan Hıristiyan Türkler. Bu insanlara ne oldu? Acaba zaman içerisinde din değiştirerek Müslüman mı oldular, yoksa Rumlaştılar mı? Bunların, İstanbul’daki Türk Ortodoks Patrikhanesi cemaatinin ataları olma ihtimali var mı? Türk Ortodoks Kilisesi’nin Patriği Selçuk Erenol, bu şiirleri yazanların torunu mu? Bunlar müzeyi gezerken, aklımdan geçen sorular.

Tabii ki, Niğde sadece bir tarih değil. Evet tarih daha önemli. Hızla büyüyen üniversitesi, Ayhan Şahenk gibi işadamları, kooperatifçiliğin sanayileşmedi en güzel örneği olan Koyunlu Halıları, gelişen mobilya imalatçılığı ile bir sanayi kenti olmaya aday bir şehir Niğde. Tüm özellikleri ile Yahya Kemal’in “Kökü mazide Olan Atiyiz” sözünü hatırlatan Niğde’de her zaman hatırlayacağım dostlarla güzel akşamlar geçirdik. Hepsine teşekkürler…

ANITLAR ŞEHRİ

Türk diline kimseler bakmaz idi,
Türklere hiçbir gönül akmaz idi,
Türk dahi bilmez idi bu dilleri,
İnce yolu ol ulu menzilleri

Aşıkpaşa



Bu yazımızda, her şehre bir ad vermek gibi bir denemeye girdiğimiz için, Kırşehir için önce Ahi Kent, Esnaf Kent, Evliyalar kenti, Erenler kenti vb. demeyi düşündüm. Ama Kırşehir’i yazarken kullanılacak en uygun ismin “Anıtlar Şehri” olduğuna karar verdim. Niçin dediğinizi duyar gibiyim.


Kırşehir anıt zengini bir kent. Her biri bir anıt olan, Cacabey Camii, Melikgazi Kümbeti, Ahi Evran Camii ve Kümbeti, Aşıkpaşa Türbesi gibi Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait tarihi eserler yanında, pek çoğu son 5-6 yılda yapılan, Atatürk Anıtı, Ahi Evran Heykeli, Aşıkpaşa Heykeli, Ozan Anıtı, Yazarlar Anıtı gibi onlarca heykel. Dünle bugünün kucaklaşmasının, dünün siyaset ve sanat devlerini bugün de hatırlamanın ve geleceğe emanet etmenin güzelliğini yaşadım Kırşehir’de.


Bu anıtların hemen hepsi ayrı ayrı parkların içerisinde. Yeşil ve sanat. Çevre ve heykel, güzel bir bütünlük. Ahi Evran Parkı yeni yapılıyor Ahi Evran Camii ile Ahi Evran Heykeli arasındaki boşluğa. Ozan Anıtı, Ozan Parkı’nın içerisinde. Aşık Paşa’nın yanına aldığı 3 çocuğa kitap okurken tasvir eden heykeli de Öğretmenler parkı girişinde. Atatürk Heykeli de mini bir park güzelliğindeki vilayet konağı bahçesinde. Kırşehir’in bu çevre ile sanatı, bugün ile tarihi, mazi ile atiyi birleştiren havasının etkisinden midir, yoksa benimle aynı tarihlerde Posta Müdürlüğü’nün teftişinde bulunan Başmüfettiş Mustafa Özün’ün yürüyüşü sevmesinin etkisinden midir bilmem, kendimize yaklaşık 4 km.lik bir yürüyüş güzergahı tespit ettik. Yürüyüş güzergahımız Atatürk anıtı önünde başlıyor, tüm anıtların önünden ya da yanından geçerek, Kırşehir Kalesi’nin içinde yapılan ve bir peyzaj harikası gibi gördüğüm o güzel parkta bitiyordu. Aşırı yağış olmadığı hergün bu güzergahta yürüyüş yaptık. Parklarda yalnız başlarına oturan kadınlar, kolkola gezen başörtülü, başörtüsüz yada mini etekli kızlarımız, Öğretmenler Parkı’ndaki mini hayvanat bahçesindeki sıradan güzelliklerdi. Yürüyüşümüz tamamladıktan sonra; tüm Kırşehir’e hakim, kale ismin almasına karşılık suru olmayan, Konya’daki Alaattin tepesi gibi sonradan doldurulduğu izlenimi veren Kırşehir kalesindeki o muhteşem parkta banklara oturarak, Kırşehir gecelerini seyretmek, kaldığım sürece bir alışkanlık oldu.


Eşimin rahatsızlığı nedeni ile Kırşehir Terme kaplıcalarına sık sık geliriz. İki sene önceki gelişimde olmayan travertenleri kaplıca girişinde görünce çok şaşırdım. Kaplıca suyu 3-4 metre yüksekliğindeki kayalardan aşağıya bırakılmış ve kayaların altına birkaç havuz yapılmış, havuzların çevresine de mini bir park. Kaplıca suyunun içindeki kükürt ve diğer mineraller kayaların üzerini kaplayarak travertenler oluşturmuş. Mini bir Pamukkale, daha doğrusu bakır renginin hakim olduğu, yer yer kahverengi ve yeşil tonların da belirleyici olabildiği Bakırkale.


Kırşehir’de son yıllarda gerçekleşen değişiklikler yalnızca, Ahi Evran Parkı, Kale Parkı ve travertenler değil elbette. Kırşehir’deki en güzel değişikliklerden birisi, tarihi Caca Bey Camii ve Medresesi’nin etrafındaki eski binaların yıkılarak, bu muhteşem yapının güzelliğinin yeşille çevrilmesi olmuş.


Caca Bey Medresesi; Kırşehirlilerin deyişiyle Cıncıklı Camii. Cıncık’ı renkli cam parçaları diye tanımlıyor lügatler. Zamanında, bu camiinin minaresi mavi çini parçaları ile kaplıymış. Yani cıncıkla. Şimdi tek tük kalmış. Ya zamana dayanamamış ya da bir deyişe göre; minaredeki cıncıklardan yansıyan ışıklar zamanın valisinin atının gözlerine gelmiş, ışıktan huylanan at da sırtından aşağı atmış Vali Pşa’yı. Paşa bu, dediği dedik, astığı astık, sökün cıncıkları! diye buyurmuş, sökmüşler cıncıkları, ama halk paşaya inat, cıncıklı cami demiş, cıncıksız camiye. Bu Camii-Medrese’nin tek özelliği cıncıkları değil elbette. Ön cephesinin köşesine yerleştirilmiş iki roket şekli süslüyor medreseyi. 1272 yılında roketin şeklinin tahayyül edilmesi, en az Piri Reis haritası kadar ilgi çekici.


Ahi Evran ve Aşıkpaşa Türk kültürünün iki devi. Birisi mükemmel bir esnaf örgütü olan Ahiliğin ve bu adla anılan tasavvuf mektebinin kurucusu, diğeri Kaşgarlı Mahmut, Karamanoğlu Mehmet Bey ve Nevai ile birlikte ortaçağ Türk Dünyasında Türk dilinin en bilinçli savunucularından birisi. Ayrıca Caca Bey, Süleyman Türkmani ve Ahmet Gülşehri gibi şair, düşünür ve mutasavvıfları yetiştirmiş Kırşehir.


Cumhuriyet döneminde de Türk siyaset hayatına bir bilge devlet adamını hediye etmiş Kırşehir; Osman Bölükbaşı’yı. O’nun yüzünden Kırşehir bir süre ilçe olsa da Kırşehirliler Osman Bölükbaşı’yı çok seviyorlar. Belki görememiş de olabilirim ama, Kırşehir’de onun adını taşıyan bir sokak, bir okul görmedim. İnşallah vardır da ben görmemişimdir. Bu vesile ile sayın Bölükbaşı’ya uzun ömürler diliyorum.


Kırşehir Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi Cumhuriyet dönemimde de çok değerli bilim adamları yetiştirdi. Bunlardan en bilineni Selçuk Üniversitesi’nin eski rektörü rahmetli Prof. Dr. Erol Güngör. Yalnızca öğrencileri için değil, kitaplarını okuyanlar için de gerçek bir hoca olmuştur Erol Güngör. Bütün kitaplarını okuduğum için, ben kendimi, onun dersini hiç kaçırmayan bir öğrencisi olarak tanıtabilirim. Beşir Ayvazoğlu, “Defterimde 40 Suret” isimli kitabında, O’nun için, “Bana biri çıkıp, gerçek Türk aydını nasıl olmalıdır? diye sorsa, hiç tereddüt etmeden, Erol Güngör gibi derim.” diyor. Kırşehirli pek çok yazısında E. Kırşehirlioğlu mahlasını kullanan Erol Güngör’e vefasını göstermiş, bir caddeye ve bir ilköğretim okuluna O’nun ismini vermiş.


Kırşehir’’i yazmaya, değil sayfalar, ciltler yetişmez. Mucur’un kuş cenneti, Seyfe Gölü’ndeki filamingolardan, onyx işleyen taş atölyelerinden, Aşık Paşa Türbesi’nden, Muharrem ve Neşet Ertaş’tan, köçeklik geleneğinden, halk şiirinden, ahilik geleneklerinden ve peştamal kuşanmadan, Öğretmenler Parkı’ndaki ayıdan kurda, güvercinden tavuskuşuna onlarca hayvanın bulunduğu ve ücretsiz gezilebilen hayvanat bahçesine varıncaya kadar değişik konularda çok şey yazılabilir. Ama dergi yöneticilerinin hoşgörüsünü daha fazla istismar edemem.

Tarih kokan bu üç şehre ait duygu ve düşüncelerim bunlar. Sizlerin kaleminden sizlerin bakış açılarınızla da tanımak isterim Türkiye’min şehirlerini. Bu çağrıma kulak verin ve yazın turne anılarınızı. Yazmak konuşmaktır. Yazmak dertleşmektir. Konuşalım, dertleşelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder